Ortadoğu 13 Haziran sabahı itibariyla yeni bir döneme uyandı. İsrail'in İran'a yönelik gerçekleştirdiği kapsamlı hava saldırısı, sadece bir askeri operasyon olarak değil, aynı zamanda bölgenin siyasi ve stratejik haritasını dönüştürmeyi hedefleyen büyük bir kırılmanın habercisi olarak okunmalıdır.
Bu savaşın stratejik hedefi oldukça net: İran, nükleer programının barışçıl ve tıbbi amaçlar taşıdığını iddia ederken, İsrail bunu doğrudan nükleer silah tehdidi olarak algılıyor. Kendisi nükleer silahlara sahip olmasına rağmen, İran’ın bu alandaki ilerlemesini mutlak surette durdurmak istiyor. Tahran'ın İsrail karşıtı söylemleri ve nükleer müzakerelerde ilerlemenin sağlanamayışı, Tel Aviv'e askeri müdahale için uygun bir zemin hazırlamış görünüyor.
Bu sebeple de İsrail'in hedefinde yalnızca askeri üsler değil, İran'ın nükleer kapasitesinin belkemiğini oluşturan tesisler de vardı. Görünen o ki, uzun yıllardır teorik düzeyde tartışılan "Arz-ı Mevûd" (Vaad edilmiş Topraklar) doktrini artık sahada adım adım uygulamaya geçirilmekte olan bir stratejiye dönüşüyor.
Arap Dünyasının Sessizliği...
Bu denli kapsamlı bir saldırıya rağmen Arap dünyasından yükselen anlamlı bir tepki neredeyse hiç olmadı. Lübnan ve Suriye'de fiili kontrolü büyük ölçüde elinde tutan İsrail, Irak'taki iç karışıklıktan da faydalanarak karşısında ciddi bir direniş görmüyor. Suudi Arabistan ve Körfez monarşileri ise sanki bölgede hiçbir şey olmamış gibi tamamen sessizliğe bürünmüş durumda. Mısır'ın ABD'ye ekonomik ve siyasi açıdan bağımlılığı, Ürdün'ün varlığı ile yokluğu arasında gidip gelişi, Arap dünyasının giderek silikleşen etkisini gözler önüne seriyor. Esasında bu ''susarak konuşma'' hali, bir diplomatik feragatnamenin imzalı versiyonu niteliğinde.
Peki Ya İran'ın Zaafları..
İran tarafında ise en dikkat çekici unsur, istihbarat alanındaki zaafiyet. Böyle kapsamlı bir saldırı ihtimalinin yüksek sesle dillendirildiği bir süreçte, üst düzey komutanların sığınaklarda değil yatak odalarında hedef alınması, İran istihbaratının öngörü ve hazırlık eksikliğini ortaya koyuyor. Diğer yandan, İsrail'in İran içindeki derin istihbarat varlığı da bu operasyonla ifşa edilmiş oldu.
İsrail'in Ortadoğu politikası sadece güvenlik temelli değil, bölgesel düzeni yeniden şekillendirme hedefiyle yürütülüyor. ABD desteği ve Avrupa'nın tepkisizliğiyle pekişen bu süreçte, "Büyük İsrail Projesi" artık yalnızca bir komplo teorisi olarak değil, sahada karşılık bulan bir stratejik plan olarak gündemde. Bu çerçevede, İran'ın çok etnikli yapısı da hedefte. Özellikle Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgeler, yeni müdahale alanları olarak ortaya çıkıyor. İran içindeki rejim karşıtı yönelimlerin teşvik edilmesi, perde arkasında ''Büyük Kürdistan'' projesinin yeniden devreye alındığı yönünde güçlü emareler taşıyor.
Tarihsel olarak Kürt siyasi hareketleri, bölgesel krizlerden faydalanma konusunda güçlü refleksler sergilemiştir. Körfez Savaşı'ndan Suriye İç Savaşı'na kadar her fırsatta statü kazanmayı hedefleyen Kürtler, bugün de İran'daki muhtemel zayıflama sürecini dikkatle izliyor. PJAK gibi yapılar ise kararlı adımlarla sahaya inme hazırlı içinde. Bu kez oyun planı, İran sahnesinde yeniden perde alıyor.
Türkiye Ne Yapacak?
Bu noktada Türkiye'nin pozisyonu kritik bir öneme sahip. İsrail ve ABD'nin İran'a karşı daha net bir duruş talep etmesi, Ankara'yı ciddi bir stratejik ikilemle karşı karşıya bırakmakta. Oysa Türkiye'nin bölgede üstlenmesi gereken rol, çatışmayı körükleyen değil, istikrarı önceleyen bir çizgide olmalı. Aksi takdirde, İran'da oluşacak boşluk ve istikrarsızlık, Türkiye'nin iç dengelerini tehdit edebilir, sınırlarında yeni krizleri tetikleyebilir.
İran'ın bu denli yalnız bırakılması, sadece Tahran için değil, tüm İslam dünyasının ortak bir siyasi kırılganlığa sahip olduğunu ortaya koyuyor. Ortadoğu'da inanç, tarih ve kültür birliğine dayalı kolektif bir güvenlik stratejisi oluşturulmadığı sürece, bölge dışı güçler kendi çıkarları doğrultusunda sınırları yeniden şekillendirmeye devam edecektir.
Çin ve Rusya, her ne kadar söylem düzeyinde İran'ı destekliyor görünse de, fiilen daha temkinli bir tutum içerisindeler. İran’a tam anlamıyla omuz vermekten kaçınmakta, jeopolitik hesapları, enerji bağımlılığı ve Batı ile ilişkileri doğrultusunda pragmatik bir mesafe koymaktalar. Bu durum, bölgedeki ittifakların ve güç dengelerinin geçiciliğini ve çıkarların önceliğini net bir şekilde göstermektedir.
Avrupa ise bölgedeki gelişmeleri hala ABD'nin jeopolitik önceliklerine göre okuyor. Oysa İran'da yaşanacak olası bir rejim değişikliği, Suriye örneğinde olduğu gibi büyük bir göç dalgasını tetikleyebilir. Bu da yalnızca Ortadoğu'yu değil, Avrupa'yı da sosyal ve ekonomik krizlerle baş başa bırakacaktır.
Dr. Güngör Gökdağ